Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Sivil ve Siyasi Hayatı
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN SİVİL HAYATI
Askerlikten
istifasını takiben Erzurumluların isteği üzerine Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i
Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum şubesinin Heyet-i Faale başkanlığına getirildi.
Cemiyet, o günlerde daha evvelce alınan bir karar gereğince doğu illerini
kapsayan bir kongrenin hazırlıkları içinde idi. Mustafa Kemal'in Heyet-i Faale
reisi olarak bu kongreye iştiraki mümkündü; fakat o, bu kongreye özellikle
Erzurum'dan üye olarak iştirak etmek istiyordu. Ne çare ki Erzurum üyeleri
evvelce seçilmişti; ama buna da bir çözüm bulundu. Erzurum'un iki değerli
evlâdı, Kâzım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu Erzurum üyeliğinden istifa etmek
suretiyle yerlerini Mustafa Kemal ve Rauf Bey'e bıraktılar. Bu suretle Mustafa
Kemal Paşa'nın kongreye girişi meşruluk kazandı.
Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919'da tek katlı bir ilkokul salonunda 62
delegenin iştirakiyle toplanmıştı. Kongre bir kurucu meclis gibi çalışarak 14
gün devam etti ve 7 Ağustos 1919 da çalışmalarına son verdi. Kongreyi geçici
başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış, delegelerin isim
okunarak yoklaması yapıldıktan sonra başkanlık seçimine geçilmişti. Yapılan
oylamada Mustafa Kemal Paşa başkan seçildi.
Millî Mücadele'ye bayrak olan bir kongrenin Erzurum'da toplanışı bir tesadüfün
eseri değildi; Mondros Mütarekesi'nden sonra müdafaa şuurunun en keskin bir
şekilde meydana çıktığı bölgelerden biri Erzurum idi. Zira Mütareke hükümlerine
göre asırlarca şehit kanıyla sulanmış Erzurum topraklarını da içine almak üzere
bir Ermenistan kurulması isteniyordu. Bu durum, bölgedeki millî birlik ve
mukavemet şuurunu daha da bileyledi. Keza Kongre'ye Doğu Karadeniz il ve
kasabalarını temsil etmek üzere 17 delege ile iştirak eden Trabzon'da da Pontus
tehlikesi vardı. Bölge Rumları, Mondros Mütarekesi'nden faydalanarak Doğu
Karadenız şehirlerini kapsayacak bir Pontus Rum Devleti kurma hayali
içindeydiler. Bu bakımdan Doğu Anadolu şehirleri ile tehlike müşterekti.
Erzurum
Kongresi güç şartlar altında toplanıyordu. Çünkü Kongre üyelerinin vilâyetlerce
gerek seçiminde, gerekse seçilenlerin Kongre'ye gönderilmesinde büyük güçlükler
çıkarılıyordu. Mülkî âmirlerin büyük kısmı, İstanbul Hükûmeti'nin baskısı ile
delegeleri korkutuyorlar, yola çıkmalarını engelliyorlar, hatta bazı vilâyetler
kesin olarak delege göndermemekte direniyorlardı. Elâzığ, Diyarbakır ve Mardin
illerinden seçilen üyeler valilik baskısı sebebiyle yola çıkmaktan
alıkonulmuşlar, dolayısıyla Kongre'ye iştirak edememişlerdi. Bu sebeple
Kongre'nin toplanabilmesi için Müdafa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum
şubesinin gayretleri yanında Mustafa Kemal Paşa tarafından da ciddî
teşebbüslerde bulunmak icap etti. Vilâyetlerin herbirine açık telgraflar
gönderilmekle beraber, bir taraftan da şifre telgraflarla valilere, komutanlara
gerektiği şekilde tebligatta bulunuldu.
Nihayet yeteri kadar temsilci getirtilip Kongre'yi toplamaya muvaffak olundu.
İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi,
Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi ile Trabzon
Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'nin müştereken hazırladığı bir Kongre idi. O günkü
mülkî taksimatta Trabzon'un kapsadığı Doğu Karadeniz il ve ilçelerinden 17,
Erzurum un kapsadığı il ve ilçelerden 25, Sivas'ın kapsadığı il ve ilçelerden
14, Bitlis'ten 4 ve Van'dan 2 delegenin iştiraki ile toplam 62 üye ile
toplanmıştı. Bugünkü idarî taksimat gözönüne alındığı takdirde 30'a yakın Doğu
Anadolu ve Doğu Karadeniz illerini ve bunların ilçelerini kapsamaktadır.
Erzurum Kongresi'nin toplanışı ve çalışmalarına başlamasıyla İstanbul da
Saray ve Hükûmet tarafından, Anadolu'da yükselen bu kurtuluş sesini boğmak için
yoğun bir faaliyet başladı. Ajanslarla Mustafa Kemal'in devlete başkaldıran bir
asi olduğu, Erzurum Kongresi'nin kanunsuz toplandığı ilân edildi. Mustafa Kemal
Paşa'yı tutuklamak için her türlü tedbire başvuruldu. İstanbul Hükûmeti, Erzurum
Kongresi'nin dağılmasını, Kongre ye katılanların yakalanarak İstanbul Divan-ı
Harbine sevklerini emretti ise de millet fertlerini saran o zamanki millî hava
içinde hiçbir makam bu emri yerine getirmeye teşebbüs edemedi.
İşte bu derece güç şartlar içinde gerçek bir vatan aşkıyla her türlü
tehlikeyi göze alarak toplanan Erzurum Kongresi Türk tarihinde önemli bir dönüm
noktası oldu. Türk Kurtuluş Savaşı' nın ilk temelleri bu Kongre'de atılmış,
alınan tarihî kararlar Millî Mücadele'nin temel kurallarını oluşturmuştu.
Erzurum Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir:
1- Doğu illeri ile Trabzon ve Canik sancağı hiçbir sebep ve bahane ile
Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir bütündür.
Bu demekti ki ne doğu illeri Ermenistan sevdasıyla, ne Karadeniz illeri Pontus
hulyasıyla anavatandan ayrılamayacaktır. Bu karar, vatanı ve milleti bölmek
isteyenlere karşı ilk esaslı ihtardı.
2- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet birlik olarak
kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.
Bu madde ile milletin, her türlü işgal ve müdahaleyi kesin olarak reddettiği,
birlik halinde direneceği bildiriliyordu. Vatan topraklarına yönelik hiçbir
işgal ve müdahale, karşılıksız kalmayacaktı. Millet işgal ve istilâyı birlik
halinde püskürtmeye kararlıydı.
3- Vatanın ve istiklâlin muhafaza ve teminine İstanbul Hükûmeti muktedir
olamadığı takdirde, gayeyi temin için Anadolu'da geçici bir hükûmet
kurulacaktır.
İstanbul Hükûmetinin hali ve tutumu belliydi; güçsüz ve beceriksizdi. Memleketi
Mondros Mütarekesi ile kayıtsız şartsız galip devletlere teslim etmişti. Ülkeyi
uçurumun kenarından ancak ve ancak millî iradeye dayanan bir hükûmet
kurtarabilirdi; bu mutlaka gerçekleştirilecekti. Esasen Erzurum Kongresi bu
amaca yönelik ilk adımdı.
4- Kuva- i Milliyeyi amil ve irade-i mılliyeyi hâkim kılmak esastır.
Kuva-yi Milliyeden kasdedilen millî kuvvetler, milletin bağrından çıkacak millî
bir ordu idi. Bu ordu, milletin kutsal gayesi uğrunda Milletin arzu ve
eğilimleri yönünde mutlaka zafere ulaşacaktı. Milli iradeyi hakim kılmak aynı
zamanda demokratik bir esastı. Bu esasta Cumhuriyet rejiminin ilk kıvılcımlarını
sezmemek mümkün değildi.
5- Hıristiyan azınlıklara siyasî hakimiyet ve sosyal dengemizi bozan
imtiyazlar verilemez.
Memleketteki azınlıklar yer yer siyasî egemenlik davasına kalkışmıştı. Memleket
bütünlüğünü bozucu, vatanı parçalayıcı bu gibi davranışlara imkân
verilmeyecekti. Azınlıklara sosyal dengemizi bozan ekonomik, hukuksal ve
kültürel -her ne çeşit olursa olsun- ayrıcalıklar ve üstünlükler tanınmayacaktı.
6- Manda ve himaye kabul olunamaz.
Türk milleti her şeyi göze alarak istiklâli için silâha sarılmıştı. Hiç kimseden
lûtuf ve yardım beklemiyordu; yabancı devletlerden merhamet istemiyordu. Her ne
pahasına olursa olsun istiklâl mutlaka gerçekleşecekti. Parola "Ya istiklâl ya
ölüm" idi.
7- Millı Meclis'in derhal toplanmasına ve hükûmet işlerinin meclisin denetimi
altında yürütülmesine çalışılacaktır.
MilletılMe evletlerinin baskısı ve Padişah fermanı ile kapatılmış olan clısı
derhal toplanmalı, hıikûmetin millet ve memleketin mukadderatı ile ilgili
vereceği her türlü karar böyle bir meclisin denetiminden geçirilmeliydi. Hükûmet
kararları ancak bu şekilde meşruluk kazanacaktı.
8- Milletimiz insanî ve asrî gayeleri tebcil, fennî, sınaî ve iktisadî hal
ve ihtiyacımızı takdir eder. Bu cümle ile Türk milletinin yeniliklere açık ruhu
belirtiliyordu. Denilmek isteniyordır ki Türk milleti insanî ve uygar amaçların
değerini bilen ve kavrayan bir millettir. Nitekim Atatürk milletin çehresini
değiştiren büyük inkılâplara başladığı zaman "yaptığımız ve yapmakta olduğumuz
inkılâpların gayesi, milletimizi her bakımdan uygar bir toplum haline
getirmektir. İnkılâplarmızın temel kuralı budur", diyecekti. Kararda geçen
"Milletimiz fennî. sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder" ifadesinde
de harap bir memleketi bayındır hale getirmek için gelecekte gerçekleştirilecek
kalkınma hamlelerine işaret edilmekte idi.
Erzurum
Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren bu tarihî kararlarıyla bölgesel bir
kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde
etkilemişti. Zira Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına
dayandı. Misak-ı Millî'nin esasında Erzurum Kongresi kararları yer aldı. Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi
kararlarına oturtuldu. Mudanya ve Lozan antlaşmalarının bağımsızlığı savunan
ruhu; ilhamını Erzurum Kongresi kararlarından aldı. Cumhuriyet rejiminin ruhu,
irade-i milliyeyi hâkim kılmak esasında toplandı. Ve nihayet "Milletimiz insanî
ve asrî gayeleri tebcil eder" cümlesiyle Atatürk inkılâplarının ilk kıvılcımları
Erzurum Kongresi'nde parıldadı.
Sonuçları bakımından bu derece önem taşıyan Erzurum Kongresi için Mustafa
Kemal Paşa, kapanış konuşmasında "Tarih, bu Kongremizi şüphesiz ender ve büyük
bir eser olarak kaydedecektir" ifadesini kullandı.
Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü -kendisi adına bütün yetkileri
kullanacak- 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek çalışmalarına son verdi.
Şimdi Heyet-i Temsiliye'yi ve onun başkanını büyük bir görev bekliyordu. Erzurum
Kongresi'nde parlayan kıvılcımı söndürmemek, Sivas'ta onu meş'ale haline
getirerek millî kurtuluşa daha emin adımlarla yürümek gerekiyordu. Bu sebepledir
ki Mustafa Kemal Paşa, doğu illerinin mukadderatı için toplanan Erzurum
Kongresi'ni -gayesini daha da genişleterek- bu amaca yöneltmek istedi. Bu
sebepledir ki Erzurum Kongresi'ni Sivas Kongresi'ne bağlayarak Millî Mücadele'ye
memleket yüzeyinde genişlik kazandırdı.
Sivas Kongresi günlerinde de memleketin içinde bulunduğu ağır mütareke şartları
bütün acılığı ile devam ediyordu. Mondros Mütarekesi'nin milletimiz aleyhirıe
haksız ve insafsız bir şekilde uygulanması, İzmir'e çıkmış olan Yunanlıların
İtilâf devletlerinden aldığı cüretle Anadolu'nun içine doğru ilerlemesi, çeşitli
şehirlerimizin işgali Sivas Kongresi günlerinde de birbirini izledi. İşte böyle
bir hava içinde Mustafa Kemal Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle
beraber Sivas Kongresi'ne iştirak etmek üzere 2 Eylül 1919'da Erzurum'dan
Sivas'a geldi. Sivas, Millî Mücadele liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve
coşkıın bir sevinçle karşıladı.
Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 günü o zamanlar "Mekteb-i Sultanî" olarak
kullanılan bir binanın salonunda, 38 delegenin iştiraki ile toplandı. Kongre 8
gün devam etti ve 11 Eylül 1919'da Heyet-i Temsiliye seçimini takiben bir
beyanname yayımlayarak çalışmalarına son verdi. İlk oturumda yapılan oylamada
Mustafa Kemal Paşa. başkan seçildi.
Erzurum Kongresi'ni takiben bütün memleketi temsil eden böylesine önemli bir
Kongre'nin özellikle Sivas'ta toplanışı, şehrin stratejik durumu ile ilgili idi.
Anadolu'nun ortasında yer alan bu şehrimiz -mütareke şartları gereğince İtilâf
devletlerini temsilen bazı subaylar bulunmasına rağmen- işgal altında değildi.
Ulaşım bakırrıından Anadolu yollarının birleştiği bir kavşak durumunda idi: o
günkü imkânların elverdiği ölçüde çeşitli Anadolu şehirlerine şu veya bu şekilde
bağlanabiliyordu. Her ne kadar Fransızlar Adana üzerinden, İngilizler Samsun'dan
şehri işgal tehdidinde bulunuyorlarsa da Mustafa Kemal Paşa, böyle bir işgalin
düşmana çok pahalıya mal olacağını hesaplıyordu. Bütün bu avantajları yanında
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Sivas Şubesi ,şehirde oldukça iyi teşkilâtlanmıştı.
İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleşen Sivas Kongresi doğrudan
doğruya Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine toplanmış , bir millî kongredir. Kongre
nin 38 üyesinden 31'ini Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen üyeler, 7'sini ise
Doğu Anadolu illerini temsilen Erzurum Kongresi'nce seçilen Heyet-i Temsiliye
oluşturmuştu. Böylece Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilen delegelerle Doğu
illerini temsilen gelen Heyet-i Temsiliye, Sivas Kongresi'ne memleket çapında
bir genişlik ve bütünlük kazandırdı
Tarihî bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki Sivas Kongresi'nin toplanışı
sırasında da Erzurum Kongresi'nde olduğu gibi İstanbul Hükûmeti ve idarecileri
büyük engeller çıkardılar. Bu sebepledir ki Ankara ve diğer bazı şehirlerimizden
valilik baskısı ile delege seçilemedi. Bazı vilâyetlerden seçilen delegeler de
aynı baskı nedeniyle yola çıkmaktan alıkonuldu, dolayısıyla Kongre'ye iştirak
edemedi.
Sivas Kongresi'nin toplanmaması için Sivas'ta bulunan Fransız Jandarma
Müfettişi Brüno da baskı yaptı. Vali Reşit Paşa ile görüşerek böyle bir Kongre
gerçekleştiği takdirde Sivas'ın işgal edileceğini ve Kongre'nin dağıtılacağını
bildirdi. İngilizler de Samsun üzerinden Sivas'ı işgal edecekleri tehdidinde
bulundular. Fakat Mustafa Kemal'in her güçlüğü aşan azmi önünde, bütün bu
tehditler sonuçsuz kaldı.
İstanbul
Hükûmeti Erzurum Kongresi'nde yaptığı gibi Sivas Kongresi sırasında da bütün
gücüyle Mustafa Kemal'i tevkife yönelmişti. Anadolu'nun hemen her valisine
telgraflar çekilerek Mustafa Kemal'in ne pahasına olursa olsun tutuklanarak
İstanbul'a gönderilmesi isteniyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere valiliklere,
mutasarrıflıklara yeni atamalar yapıldı. Fakat hiçbir idareci, şahlanan millî
irade ve millî hava içinde İstanbul Hükûmetinin isteklerini yerine getirmek
cesaretini gösteremedi.
Sivas Kongresi'nin diğer bir özelliği de delegelerin vatanın kurtuluşu ve
milletin mutluluğundan başka hiçbir kişisel maksat izlemeyeceklerine, mevcut
siyasî partilerden hiçbirinin amaçlanna hizmet etmeyeceklerine dair Kongre'de
yemin etmeleri olmuştu. Bu suretle Millî Mücadele'nin hiçbir siyasî parti adına
yapılmadığı, tamamen milleti ve memleketi kurtarma amacına yönelik bir hareket
olduğu açıkça belirtilmiş oluyordu.
Sivas Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir:
1- Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden
ayrılamaz.
Evvelce toplanan Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz vilâyetlerinin
hiçbir sebep ve bahane ile anavatandan ayrılamayacağını ilân etmişti. Sivas
Kongresi sahip olduğu tam yetki ile bu karara bütün memleketi kapsayan bir
genişlik kazandırdı.
2- Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini
müdafaa ve mukavemet edecektir.
Erzurum Kongresi'ni toplanmaya davet eden başlıca tehlike Doğu Karadeniz
Bölgesinde kurulması düşünülen Pontus Rum devleti ile Doğu Anadolu illerini
içine kalacak bir Ermenistan tehlikesi idi. Sivas Kongresi, batıdan gelen Yunan
tehlikesini de göz- önüne alarak, vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve
müdahalenin karşılıksız kalmayacağını mütecaviz düşmana açıkça bildiriyordu.
3- İstanbul Hükûmeti, haricî bir baskı karşısında memleketimizin herhangi
bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü
temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır.
Bu madde ile İstanbul Hükûmetinin millet menfaatlerine aykırı herhangi üir karar
veya davranışına milletin kayıtsız kalmayacağı, gerektiğinde millî iradeye
dayanan bir hükûmetin derhal kurulacağı açıkça belirtiliyordu.
4- Kuva-yı milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.
Erzurum Kongresi'nde belirlenen bu kural, Sivas Kongresi'nde
perçinleştiriliyordu, Memleketi kurtaracak tek kuvvet, millî ordu idi. Bu ordu,
milletin iradesi ve eğilimleri yönünde savaşacâk, bağımsızlık mutlaka
gerçekleşecekti. Millet artık egemenliğini kendi eline almıştı; kendi
hâkimiyetinden başka hiçbir güç tanımıyordu. Bu esas gelecekteki Cumhuriyet
rejiminin esasırtı oluşturuyordu.
5- Manda ve himaye kabul olunamaz.
Erzurum Kongresi'nde karar altına alınan bu görüş, Sivas Kongresi'nce de
onaylanarak Millî Mücadele'nin temel kuralı haline getiriliyordu. Millî kurtuluş
hareketinin parolası hiçbir devletin merhametine sığınmaksızın" Ya istiklal ya
ölüm!" dü.
6- Millî iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisi'nin derhal toplanması
mecburidir.
Erzurum Kongresi kararlarında da belirtilen bu istek, artık bir mecburiyet
olarak gösteriliyordu. Aksi takdirde hükûmet kararları millî iradeyi
yansıtmayacaktı.
7- Aynı gaye ile millî vicdandan doğan cemiyetler "Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmiştir.
Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgelerindeki millî
cemiyetleri "Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adıyla bir merkezde
toplamıştı. Sivas Kongresi, bu örgüte -bütün Anadolu ve Rumeli Cemiyetlerini de
içine almak üzere- memleket çapında bütünlük kazandırdı. 8- Mukaddes maksadı
ve umumî teşkilâtı idare için Kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye
seçilmiştir.
Erzurum Kongresi, Doğu illerini temsilen 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye
seçmişti. Sivas Kongresi'nce 6 kişi daha seçilmek suretiyle "Heyet-i Temsiliye"
genişletilmiş, bu suretle Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar memleket
mukadderatında yegâne söz sahibi bir kurul oluşturulmuştu.
Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek, bu kararlara bütün
memleketi kapsayan bir nitelik kazandırması bakımından İnkılâp Tarihimizde büyük
öneme sahip bir Kongre'dir. Üyelerinin, bütün memlekete şamil olması sebebiyle
de Millî Mücadele başlangıcında Türkiye'nin mukadderatını çizen, bütün milletin
tek vücut halinde birlik olduğunu dünyaya ilân eden millî bir Kongre'dir. Bunun
içindir ki tesirleri Erzurum Kongresi'nden daha geniş oldu.
Sivas
Kongresi'nden sonra Mustafa Kemal Paşa'nın amacı en kısa zamanda Anadolu'da
millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuracağı
hükûmet ile Millî Mücadele'yi bir merkezden idare etmek idi. Dâhi adam, bu büyük
işi gerçekleştirmek üzere Sivas Kongresi'nden sonra da Heyet-i Temsiliye Reisi
sıfatıyla millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak- azimle
çalıştı. Bu devre esnasında Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye i1e temas temini
ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti, temsilcileri vasıtasıyla 20-22 Ekim
1919 tarihleri arasında Amasya'da onunla görüşmüş ve bir Millet Meclisi
toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme İnkılâp Tarihimizde "Amasya Mülâkatı"
olarak bilinmektedir. Mustafa Kemal, Meclisin Anadolu'da toplanmasını istemesine
rağmen, Meclis 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplandı. Fakat İngilizlerin ve
gerekse onlara âlet durumunda olan hükûmet adamlarının baskısı sebebiyle olumlu
bir faaliyet gösteremedi. Sadece Erzurum ve Sivas Kongrelerinin esaslarını
"Misak-ı Millî" halinde kabul ve ilân etti.
Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919'da bir kısım arkadaşları ve Heyet-i
Temsiliye üyeleri i1e beraber Ankara'ya gelmişti. Artık Millî Mücadele
Ankara'dan yönetiliyor, İstanbul'daki asker ve sivil birçok vatansever,
Bağımsızlık Savaşında görev almak üzere Ankara'ya geliyordu. Bir süre sonra,16
Mart 1920 tarihinde İstanbul, İtilâf devletleri tarafından fülen işgal edildi;
şehir yabancılar tarafından tamamen askerî kontrol altına alınmıştı. Bu şartlar
altında Meclis de faaliyet gösteremeyeceğini anlayarak dağıldı; zaten bu
sıralarda milletvekillerinin bir kısmı da İngilizler tarafından tutuklanmış
bulunuyordu.
Mustafa Kemal, İstanbul'un işgali üzerine valiliklere ve kolordu
komutanlıklarına talimat vererek Ankara'da toplanacak fevkalâde salâhiyete sahip
bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Seçimler sür'atle sonuçlandi.
Nihayet 23 Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle
Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini
ve egemenliğini temsil eden bu Meclise ve onun hükümetine de başkan seçilerek
artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal
lideri oldu. Ama memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına
yüklenen görevi gerçekten çok ağırdı. Tarihten silinmek istenen bir milletin
ölüm kalım savaşının,. istiklâl mücadelesinin liderliğini yapıyordu.
Ankara'da
Millet Meclisi'nin açılması, milli bir hükûmetin kurulması üzerine Padişah ve
İstanbul Hükûmeti de millî mücadeleyi daha geniş ölçüde baltalama yollarına
sapmıştı. Anadolu'da binbir fedakârlıkla oluşturulan millî kuvvetlere karşı
halife ve padişah orduları kuruluyor, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele
kahramanları, âsi sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu. Diğer taraftan
İzmir'e çıkan Yunanlılar da Anadolu içlerine doğru taarruza hazırlânıyordu.
Mütareke ile örgütlü ordu resmen dağıtılmış, silâhları alınmış olduğundan, işgal
altındaki yörelerde düşmana ancak mahallî kuvvetler ve gönüllü müfrezeler karşı
koyuyordu. Bu düşman saldırılarının yanı sıra Anadolu'nun bazı yörelerinde
Anzavur gibi, Çopur Musa gibi, Postacı Nâzım gibi aldatılmış kişilerin
elebaşılık ettiği iç isyanlar devam ediyordu.
Bütün bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükûmeti, kısa zamanda duruma hakim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli
cephelerde büyük başarılar kazanmaya başladı. Doğu cephesinde XV. Kolordu
Komutanı Kâzım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz büyük başarılar kazandı. Bu
bölgede Oltu, Sarıkamış ve Kars'ı işgal suretiyle sınır şehirlerimize tecavüz
eden Ermenilere karşı 28 Eylül 1920'de taarruza geçilerek, merkezi Erivan'da
bulunan Ermeni Cumhuriyeti ordusu mağlup edildi ve 29 Eylül 1920'de Sarıkamış,
30 Ekim 1920'de Kars tekrar geri alındı. Ermenilerin barış isteği üzerine 2/3
Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalanarak savaşa son verildi. Gürcistan'a da
Ardahan ve Artvin vilâyetlerimiz tahliye ettirildi.
Güney cephesinde de Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerirıde Fransız
birlikleriyle mahallî kuvve'tler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonuçta
Fransızlar 12 Şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan 1920 günü de Urfa'dan çekilmek
zorunda kaldılar. 21 Ekim 1921'de Fransızlarla yapılan "Ankara Antlaşması"
Adana, Mersin, Gaziantep ve diğer bazı şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı.
Yunanlılar 1920 Haziran'ında, Ankara'da kurulan iki aylık yeni hükûmetin
içinde bulunduğu güç şartlardan yararlanarak 22 Haziran 1920 günü Batı
Cephesinde umumî taarruza geçmişler, büyük kısmı ile gönüllülerden oluşan kuvay-ı
milliye cephesini yararak 8 Temmuz 1920 günü Bursa'yı, 29 Ağustos 1920 günü de
Uşak'ı işgal etmişlerdi. Bu olaylar seyrederken Padişah ve İstanbul Hükûmeti de
10 Ağustos 1920'de İtilâf devletleriyle Sevr Antlaşmasını imzalamak suretiyle
dış düşmanlarımızla birleşmiş oluyordu.
Yunanlıların Batı cephesinde ilerleyişi, birçok bölgelerin kuvvet yetersizliği
sebebiyle işgal edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa
Kemal Paşa, cephe komutanları ile görüşmüş, artık gönüllü kuvvetler yerine
düzenli bir ordu kurulması gereğini ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar
gösteriyordu ki, millî mücadelenin başarısı, bütün kuvvetlerin tek bir otnrite
altında toplanmalarına bağlı idi. Bu da millî müfrezelerin, milis kuvvetlerinin,
gönüllü teşkilâtların ordu içinde düzenli kıtalar haline getirilmesini
gerektiriyordu. Çete halinde dağınık savaşa son verilecek, bütün millî
müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu içinde disiplin ve eğitime tabi
tutulacaktı.
Artık, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Millî Savunma
Bakanı Fevzi Çakmak Paşa ve Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda Batı Cephesi
Komutanı Albay İsmet Bey, bütün çalışmalarını düzenli ordunun gerçekleşmesine
vermişlerdir. Bu aylar, millî mücadele tarihimizin gerçekten en buhranlı, en
çetin aylarıdır.
Şimdi 1920 yılının Aralık sonlarındayız. Bir çok millî müfreze, gönüllü örgüt
sür'atle millî ordu içinde toplanmaktadır. Ne çare ki ellerinde bir kısım kuvvet
bulunan Çerkez Ethem ve kardeşleri, Batı Cephesi kuvvetlerine bağlı kalmak
istememişler, başlarına buyruk bir siyaset izleme yoluna gitmişlerdi. Bunlar,
Millî Mücadele'nin güç zamanlarında başardıkları bazı işlerin verdiği
şımarıklıkla bulundukları bölgelerde sivil memurları diledikleri gibi azlediyor,
değiştiriyor, kendilerine göre atamalar yapıyorlardı. Batı Cephesi, tek komuta
altında örgütlendikçe, düzenli kuvvetler haline geldikçe, Ethem ve kardeşlerinin
huzurları daha da kaçıyor, Batı Cephesi yanında Ankara Hükûmeti'ne, hatta
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne dil uzatmaktan çekinmiyorlardı. Artık tutumları,
millî hükûmete karşı bir isyan halini almıştı.
Durum gerçekten nazikti. Binbir emek ve fedakârlıkla kurulan düzenli orduda emir
ve komuta birliğini temin bakımından bu sorunun, kesin şekilde çözümlenmesi
gerekiyordu. Zira Ethem müfrezesi ordu içinde kaldıkça hiçbir zafer
kazanılamayacağı gibi, aksine bu âsi kuvvetler her başarıda orduya ayakbağı
olacaktı. Bu sebeple hükûmet Çerkez Ethem kuvvetlerinin ortadan kaldırılmasına
karar verdi.
29 Aralık 1920 günü Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey'le Güney Cephesi Komutanı
Albay Refet Bey, Çerkez Ethem ve kuvvetlerini ortadan kaldırmak üzere ileri
harekete geçtiler. Kütahya yörelerinde bulunan Çerkez Ethem kuvvetleri, Batı
Cephesi kuvvetlerin Kütahya'yı işgali üzerine Gediz'e çekildi. Millî kuvvetler,
âsileri takiple 5 Ocak 1921 günü Gediz'i de işgal edince Çerkez Ethem müfrezesi
Simav yönüne çekilmek mecburiyetinde kaldı.
İşte şimdi Millî Mücadele'nin en dramatik anları yaşanmaktadır. Batı Cephesi
kuvvetleri Çerkez Ethem isyanını bastırmak üzere, eski harp mevzilerinden çok
uzaklaşmışlar, Gediz'e kadar ulaşmışlardır. Çerkez Ethem'i takip sebebiyle
cephelerin boşaltıldığını, askerlerin mevzilerden uzaklaştığını haber alan
Yunanlılar, içinde bulunduğumuz bu iç buhranı, Ankara Hükûmeti'nin bu çetin ve
zor ânını kendileri için büyük bir fırsat bilerek 6 Ocak 1921 günü hem Bursa,
hem Uşak cephelerinden sür'atle ileri yürüyüşe geçtiler. Amaçları, Türk
kuvvetlerini, zayıflayan mevzilerinde âniden bastırıp mağlup etmek, bu suretle
Eskişehir ve Afyon'u ele geçirerek kendilerine Ankara yolunu açmaktı. Bu plan
gerçekleştirildiği takdirde, henüz sekiz aylık millî hükûmeti doğduğu yerde
boğmak, kolayca ortadan kaldırmak güya mümkün olacaktı.
Düşmanın, taarruz hedefi olarak seçtiği Eskişehir de, Afyon da askerî yönden
önemli kavşaklardı. Bu şehirlerimizin elden çıkışı, önemli demiryollarının da
düşman eline geçmesi demekti. Hele, Bursa ve Uşak Cephelerinden ilerleyen düşman
kolları, Kütahya önlerinde birleşme imkânı bulursa, Çerkez Ethem'e karşı geride
bırakılan kuvvetlerimizi de arkadan vurabilirdi. İşte mağlubiyetimiz halinde
ortaya çıkacak korkunç tablo bu idi.
Düşman taarruzu ile gelişen bu kritik durum üzerine, Batı ve Güney Cephesi
komutanları vaziyeti görüşerek, ister istemez Çerkez Ethem'in takibine ara
vermeyi ve Kütahya ve Gediz'e kadar gelmiş olan kuvvetlerimizin büyük kısmını
vakit geçirmeksizin İnönü ve Dumlupınar mevzilerine sevketmeyi kararlaştırdılar.
Ancak Batı Cephesi kuvvetlerinin şimdi bulundukları Gediz ve Kütahya yöreleri
ile İnönü mevzileri arasında 3 günlük bir yol vardı. Eğer Yunanlılar, bizden
daha önce İnönü mevzilerine ulaşabilirlerse mukavemetsiz, Eskişehir'e kadar yol
almış olacaklardı. O halde yapılacak iş, son sür'atle İnönü mevzilerine
yetişerek ilerleyen düşmanı burada durdurmak olacaktı. Bu amaçla Çerkez Ethem ve
kardeşlerine karşı bir kısım kuvvet, Kütahya yöresinde bırakılarak, geri kalan
kuvvetler İnönü mevzilerine hareket ettirildi. Keza üç misli düşman kuvvetine
karşı İnönü mevzilerini da- ha da takviye etmek üzere, Ankara'da yeni kurulmakta
olan 4. Tümen de Cepheye çağrıldı. Ethem'in takibine ara vererek Kütahya'dan
hareket eden 11. Tümen de 9 Ocak sabahı, İnönü mevzilerine varmıştı.
Öte yandan Yunanlılar sürâtle ilerleyerek, 8 Ocak 1921 günü Çivril ve
Pazarcık'ı, 9 Ocak sabahı da Bilecik ve Bozüyük'ü işgal ettiler. Fakat bütün bu
işgallere, güç şartlara, iki ayrı düşmanla savaş mecburiyetine rağmen sonucun
zaferle biteceği hususunda başta Atatüxk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin
inançları asla sarsılmamıştı. Atatürk, 8 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet
Meclisi kürsüsünden şunları söylüyordu: "Efendiler! Dahilde ve hariçteki
düşmanlarımız ister çok, ister az olsun, faaliyetlerinin genişliği ne olursa
olsun, kesin başarı, son başarı meşru bir ama izleyenlerde olacaktır."
I. İnönü Muharebesi, 9 Ocak 1921 günü öğleden sonra Yunanlıların Bozüyük
yönünden şiddetli taarruzu ile başladı. Ufak bir köyden ismini alan İnönü, şimdi
Türk Kurtuluş Savaşında dönüm noktası olacak bir muharebeye sahne oluyordu. Ve
yıllar sonrâ bu muharebeyi idare eden komutana, Atatürk tarafından "İnönü"
soyadı verilecekti.
Muharebenin ilk günü Batı Cephesi kuvvetleri ile Yunanlılar arasında çok çetin
çarpışmalar oldu. Yunanlıların her taarruzu, karşı taarruzla cansiperane
püskürtülüyor, ilerlemelerine imkân verilmiyordu. Anlaşılan düşman, umduğunu
bulamamıştı. İnönü mevzilerinde boş cepheler yerine, Türk kuvvetlerinin piyade
ve topçu ateşiyle karşılaşmaları, onlar gerçekten şaşırtmıştı.
Muharebe, 10 Ocak günü de sabahtan akşama kadar bütün şiddetiyle devam etti.
Bu sabah, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey de Gediz'den muharebe meydanına
gelmiş, savaşı bizzat ateş hattında idareye başlamıştı. Bir ara bir alay kadar
düşman kuvveti, mevzilerimizdeki bir boşluktan istifade ederek Batı Cephesinin
karargâhı bulunan İnönü istasyonunun kuzevine kadar sokulmaya muvaffak oldu. Bu
kritik vaziyet karşısında cep- he karargâhı istasyondan alınarak sür'atle İnönü
köyüne nakledildi ve cephenin bu kesimi kuvvet kaydırarak takviye edildi.
Askerlerimiz bugün de, aralıksız devam eden düşman taarruzlarını, bir an
gerilemeksizin göğüslüyorlar; Yunanlıların ilerlemesine imkân bırakmıyorlardı.
Şüphesiz ki ordumuz, bu taarruzlar karşısında ağır zayiat veriyor; ama canından
aziz bildiği kutsal vatan topraklarını her ne pahasına olursa olsun, savunmadan
geri kalmıyordu. En nihayet tükenen, gücü kırılan düşman oldu. 2 gündür devam
eden taarruzlarından bir başarı elde edemediğini, edemeyeceğini anladı. Artık bu
safhada onlar için yapılacak bir şey vardı: Geri çekilmek! Gerçekten Yunan
kuvvetleri,10 Ocak 1921 gecesi verdikleri kararla 11 Ocak günü sabahından
itibaren Bursa yönünde geri çekilmeye başladılar.
Bu zafer müjdesi üzerine,11 Ocak 1921 günü Atatürk, Batı Cephesi Komutanı
Albay İsmet Bey'e şu telgrafı çekiyordu: "Bu başarının, mukaddes topraklarımızı
düşman istilâsından tamamen kurtaracak olan kesin zafere hayırlı bir başlangıç
olmasını Allah'tan diler, Batı Cephesinin bütün subay ve erlerini kazandıkları
bu zafer dolayısıyla tebrik ederim".Gerçekten I. İnönü zaferi, Atatürk'ün
ifadesiyle kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmuş, onu II. İnönü, Sakarya, 26
Ağustos ve 30 Ağustos gibi daha büyük zaferler izlemiştir.
Artık sıra, Çerkez Ethem kuvvetlerinin de bırakılan yerden takibine gelmişti.
Sür'atle ileri harekata geçilerek bu âsi kuvvetlerde tamamen ortadan kaldırıldı.
Çerkez Ethem ve kardeşleri son çare olarak Yunanlılara sığındılar. Bu isyanın
bastırılması ile artık millî orduda emir ve komuta birliği de tam olarak
sağlanmış oldu.
I. İnönü zaferi içerde ve dışarda büyük etkiler yarattı; büyük siyasî
gelişmelere sebep oldu. Bu zaferden sonradır ki, ümitsizlikler boğulmuş, yeni
kurulan devlet, sarsılmaz temeller üzerine oturmaya başlamış, 20 Ocak 1921 günü
ilk Anayasamız, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmişti. Yine bu
zaferle içerde asayiş ve güven sağlanmış, muntazam ordu kurma çalışmaları daha
da kolaylaşmıştı.
I. İnönü zaferinin dışardaki etkileri de önemliydi. Bu zaferle düzenli ordu,
düşman karşısında ilk sınavını veriyor, dost ve düşman önünde yenilmez iradesini
sergiliyordu. Bu zafer, yabancı devletlere de artık, millî hükûmetin hatırı
sayılıx bir varlık olduğunu gösteriyordu. Bu gelişmeler sebebiyledir ki İtilâf
devletleri, 21 Şubat 1921'de toplanan Londra Konferansı'na İstanbul Hükûmeti i1e
beraber Ankara Hükûmeti'ni de çağırdılar. Ancak zaferin gerçek sahibi Ankara
Hükûmeti idi. Bu sebeple Ankara delegeleri, Osmanlı heyeti içinde yer almayıp
millî davayı savunmak üzere ayrı bir ekip oluşturdular. O kadar ki Osmanlı baş
delegesi Sadrazam Tevfik Paşa, konferansta söz hakkını Ankara Hükûmeti
temsilcilerine bırakmak mecburiyetinde kaldı. İşte bu gelişmeler sonucu İtilâf
devletleri yeni bir barış teklifi hazırlamak zorunda kaldılar. Yine I. İnönü
zaferinin millî hükûmete kazandırdığı dış itibar sayesinde 16 Mart 1921
tarihinde Sovyet Rusya ile "Moskova Antlaşması" imzalandı. Londra'da da Fransa
ve İtalya ile barış yolunda bazı müzakereler oldu.
Ancak Yunanlılar, bu mağlubiyetten ders almayarak kısa süre sonra 23 Mart
1921 günü aynı cephelerden tekrar ileri harekâta geçtiler. 27 Mart 1921 günü
Yunanlıların İnönü mevzilerine taarruzu ile başlayan,II. İnönü muharebesinde de
düşman taarruzları birincisinde olduğu gibi durduruldu. 31 Mart 1921'de Batı
cephesi kuvvetlerinin karşı taarruza geçmesi sonucu Yunanlılar geri çekilmeye
başladılar. Nihayet 1 Nisan 1921 günü binlerce ölü ile doldurdukları muharebe
meydanını tekrar silâhlanmıza terk zorunda kaldılar. Bu suretle Batı cephesinde
düşmana karşı II. İnöntı Zaferi adını alan bir büyük başarı daha kazanıldı.
Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya gönderdiği kutlama
telgrafında: "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters talihini de
yendiniz!" diyordu.
Şimdi 1921 yılının Temmuz başlarındayız. Yunanlılar Ankara Hükûmetinin
reddettiği Sevr Antlaşmasını gerçekleştirmek amacıyla Anadolu topraklarına
durmadan kuvvet çıkararak Türklere karşı yeni bir taarruza hazırlanmaktadırlar.
Nihayet bu genel düşman taarruzu,10 Temmuz 1921 günü, bütün Batı Cephesi boyunca
takviyeli kuvvetlerle başladı. Harekât ilerledikçe Yunan kuvvetleri ile Türk
kuvvetleri arasında yer yer şiddetli çarpışmalar oldu. Ancak gerek insan gücü
gerekse araç ve gereç yönün ; den Türk kuvvetlerinden sayıca fazla durumda
bulunan Yunanlılar birçok yerleri işgal ettiler. Afyon, Eskişehir, Kütahya,
Bilecik art arda düşman eline geçti.
Cepheden
gelen bu kaygı verici haberler üzerine 18 Temmuz 1921 günü Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Ankara'dan Karacahisar'daki Batı Cephesi
Karargâhına geldi. Takviyeli kuvvetlerle gelişen Yunan ilerleyişi karşısında, o
günkü şartlar altında imkânları sınırlı Türk ordusu için daha da ileri kayıpları
önlemek üzere yeni bir strateji tesbitine gerek gördü ve Cephe Kumandanı İsmet
Paşa'ya şu direktifi verdi: "Orduyu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan
sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lâzımdır ki, orduyu derleyip
toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya'nın doğusuna
kadar çekilmek yerindedir!" Müteakiben bu strateji uygulandı ve Batı
Cephesindeki Türk ordusu geri yürüyüşe geçerek 25 Temmuz 1921'de tamamen Sakarya
Nehri'nin doğusuna çekildi. Bu karar, harp yönetimi bakımından isabetli bir
davranıştı; zira kayba uğrayan, azalan kuvvetlerimizin, tutunduğu mevzilerde
tazelenen taarruz gücünp karşı çekilmeksizin uzun sure direıımesı daha büyük
kayıpların sebebi olacaktı.
İnkılâp Tarihimizde "Kütahya-Eskişehir Savaşları" adını alan ve Sakarya'nın
doğusuna çekilmemizle sonuçlanan bu çaıpışmalarda ordumuz kendisinden sayıca 2
misli fazla düşman kuvvetleri karşısında oldukça ağır zayiat vermiş, gerek
çarpışmalar gerekse geri çekiliş esnasında şehit, yaralı ve kayıp olmak üzere
40.000'e yakın silâhlı kuvvetimiz yok olmuştu. Ayrıca araç ve gereç kaybımız da
büyüktü.
Ordumuzun
bu, Sakarya'nın doğusuna çekiliş günlerinde Bakanlar Kurulu, tekrar
gelişebilecek yeni bir Yunan taarruzuna karşı tedbir olmak üzere Hükûmet
Merkezi'nin Ankara'dan Kayseri'ye nakline karar verdi; ancak Meclis'ten onay
almak gerekiyordu. Hükûmet kararı, Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda
açıklandı. Meclis şahlanmıştı: "Biz buraya kaçmaya mı ,geldik, yoksa düşmanla
dövüşmeye mi?" Millet temsilcileri, Ankara'yı harpsiz teslim etmeyi kabul
etmediler; hedef son tepeye kadar dövüşmekti. Bu heyecanlı konuşmalar üzerine
Meclis, tahliyenin aksine Ankara'nın müdafaasına, bunun için gerekli
hazırlıkların yapılmasına karar verdi.
Bütün bu zor şartlara, geçici çekilişe rağmen sonunda düşmana kati darbe
indirileceğine dair, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin
inançları asla sarsılmamıştı. Mustafa Kemal Paşa'ya göre "Pek uzak olmayan bir
gelecekte karşımızdaki Yunan ordusu tükenecek, sonunda imhası mümkün hale
gelecekti." Ancak başarının en önemli şartı, herkesin bu sonuca candan inanması
ve bu uğurda maddî ve manevî tüm güçlerini memleket savunmasına yöneltmesi idi.
Ayrıca unutulmaması gereken nokta, ordumuz, düşmanın arzu ettiği yerde değil,
bizim arzu ettiğimiz yerde kesin muharebeye girecek ve ona, orada kati darbeyi
vuracaktı. Bu bakımdan gerektiğinde geri çekilişin, bazı yerleri düşmana terk
edişin büyük bir önemi yoktu. Askerliğin gereğini kararsızlığa düşmeden
uygulamak gerekiyordu.
Ne çare ki liderlerin bu inancına rağmen Sakarya'nın doğusuna çekilmenin
yarattığı maneviyat bozukluğu Meclis'e de aksetmişti. Yeni bir ordu
oluşturulurken meydana geleıi bu ağır kayıp, bu çekilme ister istemez
sarsıntılara sebep olmuş; bazı çevreleri haklı oTarak endişe ve tedirginlik
kaplamıştı. Bu hava içinde 4 Ağustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nin gizli
oturumunda askerî durum ve Başkomutanlık teşkili üzerinde heyecanlı görüşmeler
oldu. Milletvekilleri, yorgun orduyu yeniden canlandıracak, memleketi bu
badireden kurtaracak son çareyi aramaktadırlar. Bu çare, Mustafa Kemal'in fülen
ordunun başına geçmesidir. Çünkü O, katıldığı bütün savaşlarda yenilmemiş,
yenmiş bir kumandandır. Bu sebepledir ki konuşmalar onun başkomutanlığı üzerine
alması görüşünde birleşti. Taraftarları gibi muhalifleri de kendisinden, ordunun
başına geçmesini istemektedirler. Meclis'in büyük çoğunluğu, taraftarları
kurtuluş için tek çarenin bu olduğu, başka çıkar yol bulunmadığı fikrindedirler.
Bazı milletvekilleri içtenlikle haykırırlar: "Sen mühim bir kumandansın! Büyük
bir askersin ve bunu da Çanakkale Muharebesinde ispat ettin. Şimdi kendini hangi
güne saklıyorsun? Sakarya'ya kadar geldi düşman, kendini hangi güne
saklıyorsun?" Bu haykırışlar, gerçekten millî iradenin sesi idi ve büyük
kahramanı, fiilen ordunun başına davet ediyordu.
Muhaliflere gelince, onlar da Başkomutanlığı Mustafa Kemal Paşa'ya vermekle
zaten kurtuluş ümidi kalmadığını kabul ettikleri bir ortamda, gelişecek tüm
sorumluluğu onun ,omuzlarına yüklemeyi amaçlıyorlardı.
Meclis'te 4 Ağustos 1921 günü başlayan bu görüşmeler, ertesi gün de aynı
heyecanla devam etti. Mustafa Kemal Paşa, önce tartışmaların dışında kaldı.
Ancak konuşmamasının, tavrını açıkça ortaya koymamasının, onun da gelecekten
ümitsiz olduğu şeklinde yorumlanması ihtimaline karşı, kendisini Başkomutan
görmek isteyen millî iradenin bu ısrarı karşısında, Meclis Baş kanlığına şu
önergeyi sundu: "Meclis'in sayın üyelerinin umumî surette beliren arzu ve
istekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi, kendi üzerime
almaktan doğacak yararları en kısa zamanda elde edebilmek ve ordunun maddî ve
manevî kuvvetini en kısa zamanda artırmak ve yönetimini bir kat daha
kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin haiz olduğu yetkileri
fülen kullanmak şartiyle üzerime alıyorum. Hayatım boyunca millî hâkimiyetin en
sadık bir hizmetkârı olduğumu milletin nazarında bir defa daha doğrulamak için
bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca istiyorum".
Bu önerge
Meclis'in yetkilerini kullanma isteği sebebiyle bazı itirazlara sebep oldu.
Ancak durum, olağanüstü bir durumdu ve ölüm kalım mücadelesi gibi olağanüstü
şartlar konuşuyordu. Bu şartlar içinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul
edilen görev gerçekten çok büyük ve önemli, diğer bir ifade ile Türk milletinin
mukadderatı ile ilgili idi. Düşman karşısındaki cephede vakit geçirmeksizin en
seri, en doğru kararları verebilmek, ancak Meclis'in yetkilerini anında
kullanmakla mümkündü. Esasen Atatürk de bu olağanüstü şartlara rağmen, söz
konusu yetkinin 3 ayla sınırlı kalmasını istemekle, millî iradeye olan sarsılmaz
saygısını gösteriyordu. Nihayet Meclis, bu isteğinde kendisini haklı gördü.
Görüşmeler sonucu, 5 Ağustos 1921 günü, "Mustafa Kemal Paşa'ya 3 ay süre ile
askerliğe ait hususlarda Meclis'in yetkilerini kullanmak koşuluyla Başkomutanlık
tevcih eden Kanun, Büyük Millet Meclisi'nde oybirliği ile kabul edildi. Kanunda
şu sözlere yer veriliyordu: "Millet ve memleketin mukadderatına bilfiil el koyan
yegane yüce kuvvet olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkomutanlık füli
vazifesine kendi reisi Mustafa Kemal Paşa'yı memur etmiştir. Başkomutan, ordunun
maddî ve manevî kuvvetini artırma ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirme
hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin buna ait salâhiyetini Meclis namına
fülen kullanmaya yetkilidir. Bu sıfat ve salâhiyet üç ay müddetle sınırlıdır.
Meclis lüzum gördüğü takdirde bu müddetin bitiminden evvel dahi bu sıfat ve
salâhiyeti kaldırabilir."
Başkomutanlık verilişinden sonra Mustafa Kemal Paşa kürsüye geldi. Memleketin
düşman istilâsından kurtarılacağına dair sarsılmaz inancını bir kere daha ifade
ederek Meclis'e şu teminatı verdi: "Efendiler! Zavallı milletimizi esir etmek
isteyen düşmanları, Allahın yardımıyla behemehal mağlûp edeceğimize dair olan
emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin
inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün âleme karşı ilân
ederim." Başkomutan aynı gün ordu ve millete de bir bildiri yayımladı. Bu
bildiride de şu cümleler yer alıyordu: ".... Bana bu vazifeyi tevdi etmiş olan
Meclis ve bu Meclis'te beliren milletin kesin iradesi, hareket tarzımın
mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle değiştirilmesine imkân
omayan bu kesin irade, her ne olursa olsun düşman ordusunu imha etmek ve bütün
Yunanistan'ın silâhlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu, anayurdumuzun mukaddes
ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır. "
Başkomutan, artık plânını yapmış ve kesin şekilde uygulamaya başlamıştır.
Hedef, muvaffakiyete götürecek bütün tedbirleri en kısa zamanda almaktır. Bu
amaçla 7 ve 8 Ağustos 1921 günleri, kendi imzasıyla 10 adet "Tekâlif-i Milliye"
yani "Millî Vergi" emri yayımladı. Bu emirler gereği her ilçede bir "Millî Vergi
Komisyonu" kuruluyordu. Her evden ordunun ihtiyacı için bir kat çamaşır, bir
çift çorap, bir çift çarık isteniyordu. Ordunun malzeme ihtiyacı için tüccarın
elinde bulunan stoklardarı yüzde kırkına parası zaferden sonra ödenmek üzere el
konuluyordu. Herkes hububat, hayvan ve yem bakımından stoklarının yüzde 40'ını
yine parası sonradan ödenmek üzere orduya verecekti. Halkın elinde bulunan
savaşa elverişli bütün silâh ve cephane, 3 gün içinde ordu ambarına teslim
edecekti. Memleketteki demircilerin, dökümcülerin, marangozların, sanayi
imalâthanelerinin listesi çıkacak ve sahiplerinin isimleri belirlenecekti.
Böylece bütün memleket, gelecekteki zafer için olağanüstü bir seferberliğe davet
e dilmişti. Artık millet ve ordu el eleidi ve topyekûn bix harp başlatılmıştı.
Başkomutan bu acil tedbirleri aldıktan sonra 12 Ağustos 1921 günü Ankara'dan
hareketle Polatlı'daki Cephe Karargâhına geldi. Artık Mustafa Kemal Paşa,
cephede ve fülen Türk ordusunun başında idi.
Şimdi 1921 yılı Ağustos başlarındayız. Yunan ordusu 13 Ağustos 1921 günü
Sakarya'daki Türk mevzilerine doğru yeniden ileri harekâta başladı. 15 Ağustos
1921 günü Yunan Kralı Konstantin, ordularına "Ankara'ya!" emrini verdi.
Durmaksızın ilerleyen Yunanlılar, birçok şehir ve kasabalarımızı işgal ederek
sonunda Sakarya'daki savunma hattımıza dayandılar.
23 Ağustos 1921 günü, Yunan ordusunun taarruzu ile Sakarya Meydan Muharebesi
başladı. Bütün cephe boyunca taarruz ve karşı taarruzlarla çok şiddetli
muharebeler oldu. Yunan taarruzu, bir çok yerde kıtalarımız tarafından düşmana
ağır zayiat verdirilerek durduruldu. Ancak takviyeli Yunan kuvvetlerinin önemli
mevzilerimizi ele geçirdikleri, Poiatlı'ya kadar yaklaştıkları, top seslerinin
Ankara'dan duyulduğu zamanlar oldu. Türk mevzileri bir çok noktada yarılmasına
rağmen, her nokta inatla savunuluyor, kaybedilen her hattın gerisinde yeni bir
savunma hattı oluşturuluyor, böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmiyordu.
Zira Başkomutan, savaş stratejisi için şu formülü koymuştu: "Hatt-ı müdafaa
yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış
toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, küçük büyük
her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk
durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam
eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, oria tâbi
olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmağa ve mukavemete mecburdur".
Başkomutanın ortaya koyduğu, harp yönetimi bakımından büyük önem taşıyan bu
kural, Sakarya'da aynen uygulanmış ve mukaddes vatan toprakları, her kaybedilen
hattın gerisinde vakit geçirmeksizin yeniden bir hat teşkili suretiyle sonuna
kadar savunulmuştur. Düşman aştığı her tepenin ardında "Ankara var!" hulyasıyla
harp ediyor, Mustafa Kemal Paşa ise Yunan kuvvetlerini, son darbeyi indireceği
yere, memleketin harim-i ismetine çekiyordu. Nihayet düşmanın taarruz gücü,
ilerleme kuvvet ve kudreti gittikçe tükenmeye başladı. Yunan birlikleri ana
mevzilerinden çök uzaklaşmış, gerçekten Türklerin harim-i ismetine düşmüştü.
Artık taarruz sırası Türklerindi. 10 Eylül 1921 günü başlayan karşı
taarruzumuzla düşmana ağır zayiat verdirilmiş, bu taarruz sonucu Yunanlılar
batıya doğru çekilmeye başlamıştı. Bütün savaş boyunca cepheden ayrılmayan
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, zaman zaman da en ileri meyzilerde görürimüş,
hatta ateş hattına girmişti. Başkomutanın en ileri hatta, taarruz eden kıtaların
yanında görülmesi ve muharebeyi ateş hattında bizzat takip edişi şüphesiz ki
subay ve erlerimizin maneviyatları üzerinde büyük tesir yaptı.
"Sakarya Meydan Muharebesi" adını alan bu büyük ve kanlı savaş, 22 gün 22
gece devam etmiş ve nihayet 13 Eylül 1921 günü, düşman Sakarya Nehri'nin
doğusunda tamamen imha edilerek büyük bir zafer kazanılmıştı. Bu anlamlı ve
büyük başarı üzerine 19 Eylül 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından,
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya Kanunla Müşir (Mareşal) rütbesi ve "Gazi"
unvanı verildi. Sakarya Zaferinin sonuçları siyasî alanda da kendisini gösterdi.
13 Ekim 1921'de Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması, 20 Ekim 1921'de
Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı.
Sakarya Meydan Muharebesinden sonra mağlup Yunanlılar, Afyon-Eskişehir hattına
kadar çekilmişler, bu bölgede mevzilerini kuvvetlendirmek, önemli yerleri tel
örgülerle takviye etmek suretiyle savunmada kalmışlardi. Düşmanın bu geniş hat
üzerinde üç kolordusu bulunuyordu.
Yunanlıların, tutundukları bu son mevzilerden de atılmaları, Türk ordusunun
kesin sonuçlu bir muharebeyi kazanmasına gerek gösteriyordu. Ancak bu suretle
düşmanın Anadolu'dan tamamen çıkartılması mümkün olabilecekti. Diğer taraftan
gerek Yunanlılar gerekse İngilizler, mevsimin ilerlemiş olduğu, Türk hükûmetinin
içinde bulunduğu güçlükler ve Anadolu'daki ekonomik durumun ağırlığı sebebiyle
Türk ordusunun genel bir taarruzunu imkânsız görüyorlar; ordumuzun bir süre daha
dayandıktan sonra ister istemez barış isteğinde bulunacağını hesaplıyorlardı. Bu
sebeple kendileri barışa yanaşmıyorlar, işgal ettikleri toprakları ellerinde
bulundurarak vakit kazanmak suretiyle daha kârlı çıkmayı amaçlıyorlardı.
Başkomutan
Mustafa Kemal Paşa ise düşmanın hayal ürünü bu hesaplarının dışında taarruz
hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol izliyor; ancak taarruzun
zamanını ve şeklini son derece gizli tutuyordu. Çünkü Atatürk'e göre, "Yarım
hazırlıkla , yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha
kötü idi". Nihayet eldeki bütün imkânlar kullanılarak, memleketin maddî ve
mânevî bütün güçleri seferber edilerek taarruz zamanının geldiğine karar
verildi. Ama yine de Yunanlılar asker sayısı, araç ve gereç yönünden
üstünlüklerini korumakta idiler.
Başkomutan tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük Taarruz ve
onu izleyecek meydan muharebesi planı, 27/28 Temmuz 1922 gecesi, Akşehir'e
çağrılan ordu komutanlarına açıklandı. Onların da görüşleri alınarak Batı
Cephesi Ordularına 6 Ağustos 1922'de gizli olarak "taarruza hazırlık" emri
verildi.
Büyük taarruz planı gerçekten dâhiyane, dâhiyane olduğu kadar da cüretli ve
tehlikeli idi. Zira ku.vvetlerimizin hemen tamamı, taarruzun siklet merkezi
olarak kabul edilen Afyon-Konya demiryolunun güneyine kaydırılmış, başka
cephelere kuvvet ayırma hususu ister istemez ikinci planda düşünülmüştü. Bunun
sonucu olarak Eskişehir-Ankara istikameti açık denecek bir durumda bırakılmıştı.
Keza cephenin ağırlık merkezi olarak kabul edilen bölgenin arkası da göller
bölgesine dayanıyordu. Başarısızlık halin- de, bu bölgede savaşan l. Ordu'nun
akıbeti kritikleşebilirdi.
Bu plan, ancak büyük komutanların sevk ve idaresinde başarıya ulaşabilirdi ve
bütün riskleri etkisiz kılacak faktör, ne pahasına olursa olsun mağlup olmamak
kararı idi. Gerçekten de öyle oldu.
26 Ağustos 1922 sabahı saat 5.30 da topçularımızın ateşiyle Kocatepe'den Büyük
Türk Taarruzu başladı. Başkomutan da bu esnada Kocatepe'de bulunııyordu.
Taarruz, kısa sürede Afyon Konya demiryolu hattı boyunca başarılı bir şekilde
gelişti. Bu hattın güneyinden I. Ordu, kuzeyinden II. Ordu taarruz ediyordu.
Ancak cephenin ağırlık merkezi, I. Ordu bölgesinde toplanmıştı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir basiretle ateş hattında yönettiği
bu taarruzda ordumuzun Genelkurmay Başkanlığını Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı
Cephesi Komutanlığını İsmet Paşa üstlenmişti. I. Ordu'ya Nurettin Paşa, II.
Ordu'ya Yakup Şevki Paşa Süvari Kolordusu'na da Fahrettin (Altay) Paşa komuta
ediyordu.
Süratli taarruz sonucu, 26/27 Ağustos gecesi Yunan ordusunun bir çok mevzü
düşürüldü. Ani baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında şaşıran Yunanlılar
çekilmeye başladı. 27 Ağustos 1922'de ordumuz düşman işgalindeki Afyon'a girdi.
Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine
çekilme kararı aldı. Kuvvetlerimiz 29 Ağustos günü de Dumlupınar mevzilerine
taarruza başladı. 30 Ağustos günü Dumlupınar bölgesinde 200.000 kişilik Yunan
ordusu tamamen kuşatılmıştı. "Başkomutan Meydan Muharebesi" adını alan bugünkü
savaşta, düşmanın büyük kısmı imha edildi. Bu gece Kütahya da ordumuz tarafından
kurtarılmış bulunuyordu.
Ancak, mağlup düşmanın çekilme yollarının da kesilmesi ve İzmir doğrultusunda
aralıksız takibi gerekiyordu. Başkomutan,1 Eylül 1922 günü komutası altındaki
kuvvetlere: "Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri!" emrini verdi.
Son süratle İzmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül' de Uşak'ı, 2
Eylül'de Eskişehir'i, 3 EyIül'de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve Gördes'i,
6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül' de Aydın'ı, 8 Eylül'de de Manisa'yı
kurtardılar. Bu takip esnasında l. Yunan Ordusu Komutanı General Trikopis ile 2.
Yunan Ordusu Komutanı General Diyenis ve bir kısım yüksek rütbeli Yunan
subayları esir alındılar. Nihayet Türk birlikleri 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e
ulaştılar. Bu sabah Kadifekale'de Türk bayrağı dalgalanıyordu. Artık Anadolu, 4
yıl süren düşman istilâsından, düşman işgalinden kurtarılmış, "Türkiye
Türklerindir!" gerçeği bir kere daha gözler önüne serilmişti.
Mondros Mütarekesiyle başlatılan ve Sevr Antlaşmasıyla gerçekleştirildiği
zannedilen Türk milletini Anadolu topraklarından çıkarmak ve tarihten silmek
isteyen korkunç ve hain zihniyete karşı, milletimizin maddî ve manevî bütün güç
kaynaklarını seferber ederek kazandığı bu büyük zaferler Atatürk'ün ifadesi ile
tek bir amaca yönelikti: "Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti
kurmak!" Atatürk diyor ki: "Hiç bir zafer, gaye değildir. Zafer ancak
kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken vasıtadır. Gaye,
fikirdir. Zafer bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder.
Bir fikrin elde edilişine dayannıayan bir zafer, ömürlü olamaz. O, boş bir
gayrettir. Her biiyült meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından
sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir
gayret olur".
Büyük Türk zaferinden sonra da Türk milleti için yeni bir âlem doğmuş;
çağdaş, demokratik ve lâik Türk devletinin kuruluşuna uzanacak olan bütün yollar
açılmıştı. Bu sebepledir ki memleketi düşman istilâsından temizleyen büyük
askerî zaferleri takiben bu başarıların semerelerini toplamak üzere siyasî
faaliyetlere önem verildi. 11 Ekim 1922'de İtilâf devletleriy:e imzalanan
Mudanya Mütarekesi ile silâhlar bırakıldı; Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki
çarpışma(lara son verildi. Yine bu anlaşmaya göre Edirne'yi de içine almak üzere
Doğu Trakya'nın Yunanlılar tarafından tahliyesi kabul edildi; İstanbul ve
boğazlar bazı kayıtlarla idaremize bırakıldı.
1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi kcararı ile saltanatla hilâfet
birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı. O gün Mustafa Kemal Paşa, Meclis
kürsüsünden şunları söylemişti: "Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline
aldı ve millî saltanat ve hâkimiyetini bir şâhısta değil, bütün fertleri
tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i Âli'de temsil etti. İşte o
Meclis, Meclis-i Âli'nizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milletin saltanat
ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir". Meclis'in
bu tarihî kararı üzerine Vahdettin bir İngiliz harp gemisiyle yurt dışına kaçtı.
Artık sıra barış görüşmelerine gelmişti. Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922
günü toplandı. Aylarca süren, zaman zaman da çok çetinleşen bu görüşmelerde
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetini -Mudanya görüşmelerinde olduğu gibi-
İsmet (İnönü) Paşa temsil ediyordu. Nihayet 24 Temmuz 1923 günü antlaşma
imzalandı. Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti'nin bağımsızlığı bütün dünyaca
onaylanıyor, millî sınırlarımız çiziliyor, Ekonomik alanda Osmanlılar devrinden
kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülâsyonlar kaldırılıyordu. Diplomasi
alanında kazanılan bu sonuç gerçekten çok önemliydi. Zira bu antlaşma Atatürk'ün
ifadesiyle "Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr
Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden
bir vesika" idi. "Bu sebeple Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir
siyasî zafer eseri idi".
13 Ekim 1923'de Ankara, Büyük Millet Meclisi kararı ile, Türkiye Devleti'nin
Hükûmet Merkezi oldu. Artık mevcut yönetimin isminin de açıkça ifadesi ve ilânı
gerekiyordu. Nihayet 29 Ekim 1923 akşamı, -yapıları bir Anayasa değişikliği ile
- Cumhuriyet ilân olundu. Milletvekilleri bu büyük olayı ayakta "Yaşasın
Cumhuriyet!" sesleriyle kutladılar. Bu sonucu takiben Cumhurbaşkanlığı seçimine
geçildi. Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oybirliği ile Türkiye
Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.
Cumhuriyetin ilânı i1e gerçekleşen bu büyük inkılâbın yanı sıra devlet örgütü ve
toplum yönetiminin de çağdaş devlet anlayışına uygun olarak lâikleşmesi
gerekiyordu. Böyle bir anlayış içinde halifeli Cumhuriyet söz konusu olamazdı.
Bu sebeple 3 Mart 1924'te artık hiçbir lüzumu kalmayan, aksine zararlı bir
kuruluş halini almış bulunan halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber
Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı.
Artık devletin modern bir şekil alması ve milletin çağdaş uygarlık seviyesine
en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılâplar birbirini takibe başladı.
Bu devre esnasında şapka ve kıyafet inkılâplari yapıldı. Halkı uyuşukluğa
sevkederek her türlü hayat enerjisini yokeden tekkeler, zaviyeler, türbeler
kapatıldı; Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldirıldı. Lâik devlet prensibi kabul
edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında,
şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medenî Kanunu'yla beraber birçok
yeni kânunlar kabul edildi. İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk
Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde
çalışmalar yapıldı. Medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen Cumhuriyet
okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde, lâik ve millî bir yol takip edildi.
Atatürk'ün en büyük eserlerinden biri olan harf inkılâbı meydana geldi; Arap
harfleri terk edilerek Lâtin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi yapıldı.
Üniversite'de de büyük bir reform gerçekleştirilerek ona çağdaş bir görünüm
kazandırıldı; bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı.
Uluslararası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda reform
yapıÎarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ekonomik hareketlere
önem.verildi. 1923 yılında Türkiye'de ilk defa olarak bir İktisat Kongresi
toplanarak memleketin ekonomik problemleri görüşüldü. Ziraî faaliyetler
genişletildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine önem
verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti'nin temeli olan bütün bu
inkılâplara "Atatürk İnkılâpları" adı verildi. İnkılâpların memlekette daha
süratle ve daha sağlam yerleşmesi için bütün Türk halkını içine almak üzere
Cumhuriyet Halk Partisi tegkil edildi. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik,
halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık Türkiye siyasetinin ilkeleri
olarak kabul edildi.
Milleti çağdaş uygarlığa götüren bu zorunlu gidiş karşısında, muhalefeti
teşkil eden, fakat bir kolu da tutuculuğa ve gericiliğe dayanan bir grup
tedirgin oldu. Politik sahada da kendilerine temsilciler bulan bu grup, bütün bu
gidişten Atatürk'ü sorumlu tuttukları için ona birkaç suikast girişiminde
bulundularsa da muvaffak olamadılar ve millet tarafından tel'in edildiler.
Mustafa
Kemal, inkılâpların büyük kısmını başardıktan sonra Türk bağımsızlık
mücadelesini ve yeni Türkiye'nin kuruluşunu anlatan büyük Nutkunu yazdı. Bunu
1927 yılında, Parti Kongresinde altı gün devam eden büyüleyici hitabetiyle
okudu. Değerli tahlil ve tenkitlerle dolu olan bu eser, Türk tarihinin olduğu
kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri arasında yer aldı.
Büyük Önder, kurtuluştan sonra memleketi baştan başa dolaşarak halka
inkılâpların ve yeni Türk Devleti'nin ideolojisini anlattı. 1934 senesinde
Meclis, özel bir kanunla kendisine "ATATÜRK" soyadını verdi.